Sabah ışığı, yağmur ve sessizlik arasında sıkışmış, donuk bulutların arasından süzülüyordu. Mutfakta hareketsiz dururken cam panellere yumuşak bir sis yapışmıştı. Kahve makinesi son bip sesini verdi ama ben kıpırdamadım. Hazır değildim; sıcaklığa, odaklanmaya veya dün gecenin yankısına. Kapının yanında, dünden beri dokunulmamış, yeni cilalanmış bir çift ayakkabı duruyordu. Şimdi yersiz hissediyorlardı. Kutlamayla başlayıp sessizlikle biten bir akşamın sessiz hatırlatıcılarıydılar. Ben kaybolduktan sonra adımı söyleyen kimse olmamıştı. Sadece radyatörün uğultusu. Uzaktan bir komşunun köpeğinin havlaması. İlk dans bitmeden kimse gittiğimi fark etmemişti.
Artık e-postayı açmış olurdu. Sakin parmaklarımla ama acıyı hissedemeyecek kadar kırık bir kalbimle yazdığım e-postayı. Öfkeden değil. Cezalandırmak için değil. Ama ikisinden de daha soğuk bir şeyden. Masaya döndüm. Dizüstü bilgisayarımın ekranı hâlâ parlıyordu, tek bir satır bana bakıyordu; şimdiye kadar yüksek sesle söylemeye cesaret edemediğim bir satır. İmleç yavaşça yanıp söndü, sanki bir düzeltme, daha yumuşak bir ifade, bir özür bekliyormuş gibi. Ama hiçbir şey gelmedi.
Dün geceki kahkahası hâlâ zihnimde yankılanıyordu; keskin ve soğuk, kibar bir zalimlikle sarmalanmış. “Artıklara alışkın. İdare eder.” O zaman tepki vermedim. Ama şimdi, şafağın sessizliğinde, sözleri dağılmayı reddeden bir sis gibi havada asılı duruyordu. Hikâyenin tamamını asla öğrenemedi. Sessiz fedakarlıkları. Sessizce yapılan seçimleri. O gelişebilsin diye kendimden verdiğim parçaları. Düğün ışıklarının ve kristal kadehlerin parıltısı altında içimde bir şey kırıldı. Tanıdığını sandığı kadın -sessiz, her daim minnettar anne- dün gece beni eve kadar takip etmedi. Başkası takip etti. Devamı sonraki sayfada devamı sonraki sayfada……
