Oğlumun düğününde tek başıma oturdum ve en son bana servis yapıldı.

Sabah 3:47’de “gönder”e bastım. Ve artık… okumuştu. Uyandığını, gözlerinden uyku kalıntılarını ovuşturduğunu, hayatın her zaman olduğu gibi olduğuna dair safça bir varsayımla telefonuna uzandığını hayal ettim. Ta ki gelen kutusunda adımı görene kadar. Ta ki e-postayı açıp yüksek sesle söylemeye asla cesaret edemediğim kelimeleri okuyana kadar. Nostaljiye bürünemediğim veya sevgiyle bahane uyduramadığım gerçeği. “Bazen aşk, ne zaman çekip gideceğini bilmek demektir.” yazan satırı.
Mutfakta dururken, erken saatin sessizliği beklenmedik bir teselli, sessizce düşünmek için bir fırsat sundu. Düğünden tek kelime etmeden ayrılma kararım, ani bir meydan okuma değil, kendimi koruma yolunda atılmış gerekli bir adımdı. Saygının da tıpkı sevgi gibi talep edilemeyeceğini, kazanılması ve karşılıklı olması gerektiğini anlamıştım.
E-posta bir yabancılaşma beyanı değil, anlayış çağrısıydı. Tanıdığını sandığı annesinin dış görünüşünün ötesini görmesi, bunca yıldır sessizce arkasında duran kişiyi tanıması için bir ricaydı. Belki zamanla, sessizliğimin derinliğini, gidişimdeki gücü anlayacaktı. Belki de bazen, bırakıp gittiğimizde, yakınlaşmak için alan bulduğumuzu öğrenecekti.
Sabah ritmine girmeye başlarken derin bir nefes aldım ve sonunda kendime bir fincan kahve koydum. Sıcaklık ellerime sindi ve beni o yeni bulduğum berraklığa kavuşturdu. Hayat, tıpkı hava durumu gibi, değişecek ve dönüşecekti. Ama şimdilik, nihayet gerçeğimi söylediğimi bilmenin verdiği huzur vardı. Ve belki de, sadece belki, o da bunu duyacak cesareti bulabilirdi.

Sayfalar: 1 2